Sayfalar

5 Mayıs 2012 Cumartesi

MUKADDES EMANETLER VE ŞÜKRÜ NAİLİ PAŞA

"Bildiklerimin ne kadar az ve cılız olduğunun farkına vardım. Konuların daha ‘derin manaları’ olduğunu  ‘erenlerle’  muhabbete başlayınca öğrendim. Kendi kendime, “olaylara ne kadar da yüzeysel bakmışız” diye düşündüm. Hadiselerle alâkalı “tefekkür” mekanizmasını hiç çalıştırmamışız. Erenler boşuna demiyorlardı: “Tefekkür, tefekkür, tefekkür…”
Muhabbetullah’a talip olmak gerek. Çünkü bazı “sırlı” bilgiler bu sayede veriliyor." diyordu yazar, birçok kimsenin tanışma fırsatı bulamadığı gönül gözü açık erenlere dua ederken, bu fırsatı bulduğuna  şükrederken...Bizde lafı uzatmadan üçüncül kişi olarak; bilinmeyeni anlatanı dinleyen kişiden alıyoruz:
“Tarih, İstanbul’un düşman işgalinden kurtulacağı günler. Kuvay-ı Milliye ve Türk Kuvvetleri İstanbul’a doğru ilerliyor. İstanbul’a giren Türk Ordusu’nun başında en yüksek rütbeli komutan olarak Şükrü Naili Paşa var. Şükrü Paşa, Soyadı Kanunu’ndan sonra  Gökberk soyadını alacaktır.
Şükrü Paşa, İstanbul’a girmeden önce güvendiği kurmay subayları ile hareket planını tekrar gözden geçiyordu. Planın esas kısmını 10 kişi biliyordu. Hareket planında hassas bir bölüm var ve bu bölümü bu 10 seçkin subay dışında kimse bilmiyor. Şükrü Paşa'nın, işte bu 10 seçkin rütbeli subayına, ana ordu İstanbul’a girmeden evvel verdiği çok gizli bir görev vardı. Kuvay-ı  Milliye gizli teşkilatınca,  İstanbul’daki Kuvay-ı Milliye istihbaratçılarına  bu görev ile ilgili gerekli bilgiler verilmişti.
Bu kriptolu mesajı alan Kuvay-ı Milliye istibatçıları, aldıkları talimat doğrultusunda İstanbul’da birkaç operasyon gerçekleştir gerçekleştirmişlerdi.
İşte bu 10 seçkin subaya verilen birinci görev şuydu:
Topkapı Sarayı’ndaki ve Osmanlı hanedanının envanterinde bulunan “Mukaddes Emanetler” kaçırılmasın diye koruma altına  alınacaktı.  Mukaddes Emanetlerin” bu karışıklık ortamında başına bir hâl gelmesin diye bir gece, Saray envanterinden alınarakFatih’te bir eve gizlice taşındı ve muhafaza altına alındı. Bu işi de tereyağından kıl çeker gibi yaptılar…
İngilizler bu “Mukaddes Emanetlerin  peşindeydiler ve bunun  için hanedanın bazı üyelerine büyük paralar teklif etmişlerdi. İngilizler, her şeyi "sarı liraları" ile alacağını sanıyorlardı.Tabi ki, hanedan mensuplarından olumsuz cevap almışlardı.
Osmanlı Hanedanı, bir çok tarihi eseri, ricalar karşısında  başka ülkelere hediye etmiştir. Bundan cesaret alan ülkeler işi  Kutsal Emanetlere  getirince kesin bir dille “red” cevabını almışlardır.
Birçok tarihi eser, ricalar karşısında başka ülkelere verilmiştir, dedik. Başka ülkelere bu tarihi eserlerin verilmesinin bir diğer yolu da yapılan anlaşmalardır. Buna örnek olarak Osmanlı’nın Almanlarla yaptığı Demiryolları  anlaşmasını verebiliriz. Abdülhamid Han'ın, Almanlarla yaptığı  bu anlaşmada, karşı tarafın şartlarından biri de şuydu: Demiryolları döşenirken topraktan çıkan arkeolojik eserler bu Alman Şirketine ait olacaktı. Bu teklif, devrin şartları içerisinde kabul edildi.
İşte Türkiye’deki demiryollarının yılan gibi kıvrılarak gitmesinin sebebi budur. Ne kadar yol kıvrımlı olursa, o kadar civarda tarihi eser aranacaktı.
Bu işlere “dur” diyen Osman Hamdi Bey’dir. Onun sayesinde birçok eser yurdumuzda kaldı. Müze-i Hümayun müdürü olarak ilk işi eski eserlerin yurt dışına götürülmesini yasaklayan bir tüzük hazırladı. Böylece  bu yeni düzenleme ile Batılı ülkelere Osmanlı topraklarından eski eser kaçırılmasını önledi.” Dedi Osman Baba.
“İşte Şükrü Paşa’nın bu 10 seçkin subaya verdiği ikinci görev daha vardı. O görev şuydu:
Ayasofya Camii’nde bulunan “kral mermeri” ile yine Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen ve Kudüs'te Hz. İsa'nın bağlanarak kırbaçlandığı kabul edilen  sütunun  yurt dışına kaçırılmaması için önlem almak.
Bildiğiniz gibi özellikle Haçlı seferleri sırasında, İstanbul’da bulunan birçok tarihi eser yağmalanmış ve yurt dışına kaçırılmıştı. Aynı olaylar tekerrür etmesin diye önlem alınmıştı.
Şimdi, bu güzide subaylara verilen üçüncü görev daha vardı ve bu görev çok manidardı:
Bunu da şimdilerde pek kimse ayrıntıları ile bilmez. Bunu da inşallah biz açıklayalım da bu milletin en zor şartlarda bile "emanetlere" nasıl sahip çıktığını herkes öğrensin. Diğer görev de şuydu:
İstanbul’daki dergâhlarda, tekkelerde kayıtlı bulunan bütün Sakal-ı Şerif’lerin icazet ve belgeleri ile bir araya toplanılması. Bu görev sayesinde Sakal-ı Şerif’lerin hemen hemen tamamı toplanmıştır. Sakal-ı Şerif’lerin toplanmasının sebebi ise Kuvay-ı  Milliye’nin  eline geçen bir istihbarat raporuydu. Rapor, olası bir İstanbul savaşında  Fener Patrikhanesi  ve dönemin İstanbul baş hahamınca bu Sakal-ı Şerif’lerin para karşılığı İngilizler adına toplanılması istihbaratının alındığını ifade ediyordu. Tabii ki Müslüman tebaa canını verir, Sakal-ı Şerif’i vermezdi. Ancak o sıralarda gizemli cinayetler baş göstermeye başlamıştı. Sakal-ı Şerif’leri satın alma yoluyla ele geçiremeyeceğini anlayanlar,  zorla ele geçirmeye çalışıyorlardı.
 İşte bu sinsi hareketten haberdar olan Türk teşkilatı, bu Sakal-ı Şerif’lerin toplanılması için harekete geçmişti.  Peki İngilizler ve işbirlikçileri Sakal-ı Şerif’lerin kimde olduğunu, hangi ailede olduğunu  nereden biliyorlardı? Bunun sebebi ise maalesef Osmanlı’nın memur sisteminde yatıyordu. Defterdarlıkta  çalışan gayrimüslim tebaa, özellikle Rum memurlar defterdarlıkta kayıtları bulunan şecere ve icazetnameleri bildikleri için bu resmi bilgileri İngilizlere vermişlerdi. Vakıflara ait kayıtlarda bilindiği için bu işbirlikçiler Sakal-ı Şerif’lerin nerede ve kimde olduğunu elleri ile koymuş gibi buluyorlardı.
İşte o dönemin Kuvay-ı  Milliye  görevlileri,  bu istihbaratlardan sonra Sakal-ı Şerif’lerin nerede toplanıp İngiltere’ye kaçırılacağını araştırmaya başladılar. Sonunda Sakal-ı Şerif’lerin İstanbul’da bir sinagogta toplanıldığını öğrendiler. Toplanılan Sakal-ı Şerif’leri neden sinagogta saklamışlardı? Çünkü  Müslümanlar, diğer dinlerin ibadethanelerine saygı gösterdiklerinden dolayı, burada saklamayı kendilerince uygun görmüşlerdi.
Şükür Naili Paşa İstanbul’a girdikten sonra Ayasofya Camii’nde bulunan kral mermeri ile yine Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen ve Kudüs'te Hz. İsa'nın bağlanarak kırbaçlandığı kabul edilen  sütunu pazarlık konusu haline getirmişti. Tabii ki sadece pazarlık konusu bunlar değildi. Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen diğer eserleri de pazarlık konusu yapmıştı. Şükrü Naili Paşa daha önceden görevlendirdiği Kuvay-ı Milliye subaylarına İstanbul’daki sinagog ve kiliselerde bulunan ve ta Bizans döneminden kalan  onların inandıkları bazı mukaddes eserleri toplatmış  ve Çemberlitaş’ın altına gömdürmüştür.
Buraya bir anekdot ekleyelim evladım. Paşa’nın buraya gömdüğü Hıristiyanların kutsal emanetleri arasında Hz. İsa'nın çarmıha çakıldığı çiviler, çarmıhın yani kutsal haçın bir parçası vs. Bunlar onların inanışına göre tabii. Yoksa gerçekte böyle şey yok. Hıristiyanlar öyle kabul ediyorlar. Şimdi burada işin püf noktası şu, bazıları sanıyor ki, o eserler yüzyıllardır orada gömülü. Hayır, Naili Paşa zamanında  oraya gömüldü. Bu konu zaman zaman gündeme getirilip hâlâ tartışılır…” dedi Osman Baba.
Gerçekten de düşündüm ki, Çemberlitaş civarında bu tür hazinelerle ilgili medyada birçok haber çıkıyordu. Bir ara Çemberlitaş bakıma alınmış, etrafı kapatılmış ve epey bir süre açılmamıştı. Yine o civarda  otel yapıyoruz bahanesi ile bir yer kapatılıyor, aylarca çalışıldıktan sonra, ortada ne inşaat görülüyordu ne de başka bir şey. Demek ki, bu paravan otel inşaatları bahanesi ile kaçak  kazı çalışmaları yapılıyordu:
Osman Baba konuşmasına kaldığı yerden devam ediyordu:
“İşte bu noktada Türk zekâsı bir kere daha devreye girdi.Çemberlitaş’a gömülen bazı eserler, özellikle İngilizlerin eline geçmesin diye  bir plan yapıldı.
Kuvay-ı Milliye hafiyeleri  şöyle bir söylenti yaydılar: Hıristiyanların  kutsal emanetleri toplanıp, Ayasofya’nın altındaki kuyulara gömüldü. Bu söylenti kulaktan kulağa yayılınca cengâver İngilizler durur mu, hemen kendilerini Ayasofya’nın kuyularına attılar. Güya kutsal emanetleri bulacaklardı. Burada kutsal emanetleri arayan İngilizler, zehirli gazlardan etkilenip, o kuyularda öldüler. İşte şimdilerde  Ayasofya’nın kuyularında  ve İngilizlere ait olan  mataraların  ve diğer eşyaların sırrı da budur. Bu söylentiye inanan İngilizler, bunun bedelini hayatları ile ödemişlerdir.
Şükrü Paşa, kaçırılan Sakal-ı Şerif’ler gelince, Çemberlitaş’a gömdükleri dışında kalan Hıristiyanların eserlerinden bazılarını iade ediyordu. Hatta üç Sakal-ı Şerif’i kaçıran İngiliz gemisi yoldan döndürülmüş, işte o üç Sakal-ı Şerif gelmeden Hıristiyanlara ait eserleri geri vermemiştir.
Şükrü Paşa, İstanbul’dan işgal kuvvetleri çekilince, Sakal-ı Şerif’leri  yine defterlerde  kayıtlı olan  kişilere, yani sahiplerine geri vermiştir.
Bazı ahmaklar hâlâ  Çemberlitaş’ın altında Hıristiyanların kutsal emanetlerini arıyorlar ama bulamadılar. Bulamayacaklar da…. Bu yüzden o civarda sürekli restorasyon adı altında kazılar yapıyorlar.
İşte Şükrü Naili Paşa, bu planı başarı ile tamamlayınca İngilizlere oynadığı bu oyunu bir sohbette; Kazım Karabekir Paşa, Fevzi Çakmak Paşa  ve ileri gelen komutanlara anlatmış ve hep beraber gülmüşlerdir.
İşte o andan bir resim.

                                                    Şükrü Naili Paşa, ruhun şad olsun.
Ne zaman bir savaş tehlikesi olsa, Türk Devleti  Mukaddes Emanetleri  hemen koruma altına alıyor. 2. Dünya savaşında da bu emanetler Nevşehir’e taşınmıştı,” dedi ve sustu Osman Baba"
Emir YILDIZ'a teşekkür ediyoruz.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder